Yrd.Doç.Dr. İsmail Kıllıoğlu ”insanın Erdemi, Devletin Temeli:ADALET”

Yrd.Doç.Dr. İsmail Kıllıoğlu ”insanın Erdemi, Devletin Temeli:ADALET”

 

Hukukun Üstünlüğü Derneği, 24 Kasım 2016 Miladi ve 24 Rebiyülevvel 1438 Hicri tarihinde Cumartesi günü Eyüp – TAÇEV Eski Eserler Derneğinde Kahvaltılı bir seminer programı düzenledi.

Kahvaltılı seminer programına FSMVÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İsmail Kıllıoğlu “İnsanın Erdemi, Devletin Temeli: Adalet” konulu sunumu ile konuşmacı olarak katıldı.

FSMVÜ Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İsmail Kıllıoğlu Bey’ in son derece bilgilendirici olan ve dinleyicilere entelektüel bir bakış açısı kazandıran sunumu Hukukun Üstünlüğü Derneğinin üyeleri tarafından ilgi ile dinlendi. Üyelerimiz de sorularla katkıda bulunarak sunumun samimi bir havada geçmesine yardımcı oldu.

Konunun adalet olması nedeniyle, seminere iştirak edemeyenlerin de istifadesine mazhar olmak üzere konuşmacımızın sunumunu olduğu gibi istifadenize sunuyoruz:

“İnsanın Erdemi, Devletin Temeli: Adalet”

Adalet, dediğimizde hemen hepimizin bir bilgisi var aslında. Gerek öğrencilik dönemimizde gerek okuduğumuz kitaplarda gerekse başka kaynaklarda, adalet hakkında bir bilgimiz, fikrimiz hatta söyleyeceğimiz çok şey vardır. Ama adalet konusunu, akademik seviyede ele almak ayrı bir boyuttur. Birtakım çok bilinen kavramların aslında sanıldığı gibi onun mahiyetinin tam anlaşıldığı anlamına gelmiyor. Buna bizzat hukuktan başlayabiliriz. Hukuk diyoruz, hak diyoruz. Bu konularda fazla bilgisi olmayandan en bilginine kadar herkes bu kavramlar ve benzer kavramlar hakkında bilgisinin yeterli olduğunu düşünür. Bu durum bir bakıma din kavramına da uygulanabilir hatta sağlık ve tıp kavramlarına da.

Nitekim klasik anlayışta; hukuk bilimleri, din bilimleri ve tıp bilimleri ana bilim ve ilim binalarının üç temel sütunu olarak görülür. Hep buna göre ele alınmıştır.

Özellikle Batı’da, Orta Çağ skolastiğindeki önemli bir düşüncedir. Hemen vurgulamak gerekir ki aynı zamanda da verimsiz bir düşüncedir. O dönemde, temel üç disiplinde eğitim veren belli bazı yerler vardır ki bunların başında manastırlar gelir. Orayı bitirenler, filozof veya hukukçu olmuşlardır. Hukukçuların çoğu felsefeye kaymışlar, bunların da bir kısmı ya felsefe ya da tıp alanında tanınmışlardır.

İslam düşüncesinde de bu üç alan önemlidir.

Bunu insanda da uygulayabiliriz. İnsan dediğimiz varlığın maddi varlığını dikkate aldığımızda, insanı tanımlamaya çalıştığımızda, bu üç yönün, insanın melekesi ile de bağlantılı olduğunu düşünebiliriz. Duygu, akıl ve kalp. Din kalple, hukuk akılla ve tıp duygu ile bağlantılı düşünülebilir. Bir açıdan bağlantı kurulabilir.

Burada gerek hukuku, gerekse hukukla ayrı düşünülmeyen adaleti, insanın yapısıyla, doğasıyla, tabii yapısıyla, fıtratı ile ele alınması gerektiğinin görüşü, çeşitli zamanlarda ve günümüzde de hep ağırlıklı olarak ortaya çıkmıştır.

Bu alandaki birçok teorik görüşün hep insanı, insanın doğal yapısını esas alarak hareket ettiğini görüyoruz. Nitekim ilk Yunan kültüründe, hukuk değil adalet üzerinde tartışılmıştır. Adalet öncedir. Daha sonra adaletten hukuk dediğimiz olguyu oluşturmuşlardır.

Hukukun amacı tartışmasında da; hukukun amacı, varlık ve ortaya çıkış nedeni adalettir. Adaleti aldığımız takdirde, hukuku, hukukun varlığını tanımlamamız, kavramamız zorlaşır. Hatta temelsiz kalır.

Peki, adaleti nasıl tanımlayacağız o zaman?

Burada, insanın doğasını, insanın fıtratını esas almamız gerekir. Dolayısıyla da hukuku böylece bir temele oturtabiliriz. Tabi burada insanın doğası dediğimizde de bir başka problem çıkıyor. Acaba insanın doğasını bir kaynak olarak mı ele almak gerekir? “ Onun bağlı olduğu bir kaynak var mı?” sorusu, ister istemez ortaya çıkıyor. Bu noktada din veya ilahi kavramlar karşımıza çıkar. İnsanı, ilahi kaynaklı bir varlık olarak, dolayısıyla adaleti, hukukun kaynağını veya ilkesini ilahi kaynağa bağladığımız takdirde onun tam mahiyetini kavrayabilir, açıklayabiliriz görüşü söz konusu olmakta.

Biliyorsunuz, Yunan, Roma ve daha sonra yeni ve yakın çağlarda da doğal hukuk veya tabii hukuk -Ius-naturale olarak adlandırılan hukuk- öğretisinde ki bu sadece hukuk öğretisi değil, aynı zamanda ahlak ve din kavramını da temellendiren, insanı, toplumu ve devleti de bu ilke temelinde açıklamaya çalışan bir öğretidir. Doğal hukuk öğretisidir. Yani sadece hukukla sınırla değil, hukukla bağlantılı görülen diğer alanlar, insanın zihni faaliyet alanlarını da buna göre ele alıp açıklamaya çalışır.

Adalet, Arapçada ki ‘’Adl ‘’kavramından türemiştir. Bu kavramın birkaç anlamı vardır. Bunlardan bir tanesi doğru yol, doğru hareket, doğru davranış gibi anlamlara gelir veya bu sözcük bir yönüyle de eşitlik anlamıyla da kullanılabilir.

Ahenk, dengede tutma, muvazenede tutma veya muvazeneli olma… Tabi ki kavram olarak adaleti sadece hukuk alanında değil, başka alanlarda da ilişkili düşünmek gerekiyor, ele almak gerekiyor. Öncelikle de ahlak alanında…

Nitekim Yunan düşüncesine baktığımızda bunu sorun olarak, öncelikli olarak açık bir şekilde Socrates tarafından ifade edildiğini görüyoruz ki Sokrates herhangi bir eser yazmamıştır.

Zaten Yunan kültüründe kendine özgü birtakım özellikler söz konusudur. Bu, bir bakıma bizdeki eski medreselerde uygulanan yöntemle benzerlik gösterir. Bir kişi etrafına öğrencileri toplar ve belli konularda  -o zaman felsefe için tabi- onlara eğitim verirdi.

Felsefe, hem bilimi hem sanatı vs. içeren zihni faaliyetin toplandığı merkezi bir kavramdır. İşte bu konuda, bilgisini başkalarına aktarmak isteyen kişilerin etrafında öğrenci halkaları oluşmuştur. Sokrates’ in de etrafında böyle bir halka vardır. Bu halkada henüz herhangi bir becerisi olmayan kişiler değil, toplumun elit tabakasından olan kimseler bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi de Platon’dur. Platon da Aristokrat bir aileye mensuptur. Yine bizzat siyaset alanında, devlet yönetiminde yeri olan görevli olan kimseler de Sokrates’ in öğrencileri arasındadır. Kritias mesela…

 

‘’İnsanın, erdemli, doğru, iyi ilkesi temelinde yaşaması mümkün müdür’’?

Sokrates şu sorunu ortaya koyar: ‘’İnsanın, erdemli, doğru, iyi ilkesi temelinde yaşaması mümkün müdür?” Daha kısa ifadesi ile ‘’Erdemli olmak, erdemli bir hayat yaşamak mümkün müdür?” Sokrates bunu tartışmıştır hayatı boyunca. Bu düşüncesini dost meclislerinde hatta pazar yerlerinde insanlara soru sormak suretiyle, onlarla bazı konuları tartışmak suretiyle açıklar. Fakat Sokrates’in bu düşüncelerini onaylamayan birkaç kişi -bunların içlerinden bir tanesi şairdir- Sokrates’ in sitesinin tanrılarını inkâr ettiği için ( O dönemde diğer Yunan site devletlerinde  olduğu gibi Atina sitesinde de  tanrılar aynı zamanda devlet koruması altındadır yani hukuken korunmaktadır.)  ona ithamda bulunurlar ve Sokrates’in yargılanması da bu şekilde olur.

Mahkeme huzurunda kullandığı kelime enteresan Socrates’in. Mahkeme dediğimizde modern anlamda bir mahkeme değil bu çünkü onlarda binlerce kişinin jüri olarak görev aldığını biliyoruz. Orada birtakım sistemler uygulanmıştır. Söz gelimi 500 kişilik nüfusa miktara 10 tane mahkemede görev alacak kişi seçiliyor, bazen bu yüzlerce kişiden oluşuyordu. İşte Sokrates böyle bir jüri önünde yargılanır ve şu soru sorulur ona: ‘’Niçin çarşı pazarda düşüncelerini tartışıyorsun ve bu tartışmaların esnasında Atina kent devletinin tanrılarını değil de başka bir kavram kullanıyorsun Daimonion diye?” Socrates:’’İçimde ki ses bu şekilde konuşmama bana adeta emrediyor. Bu sese, bu ilhama uyarak tartışıyorum, soru soruyorum.’’

Dolayısıyla, yasaların doğru olup olmadığı ayrı şey, yasalara itaat ise ayrı bir konudur. Yasaya itaat bizim ahlaki ilkemizdir.

İtham edilir ve daha sonrasında da ölüm cezasına çarptırılır. Bu ölüm cezasının icrasından önce öğrencileri Platon, Kritias ve daha birkaç tane etkili makamlarda olan kimseler Sokrates’i kaçırmak için bir plan hazırlarlar. Bunu hazırladıktan tam emin olduktan sonra Sokrates’e konuyu açarlar. Tabi Sokrates kaçırma planını reddeder. Ret gerekçesi olarak ‘’Şimdiye kadar ben eleştirdiğim, doğru bulmadığım Atina yasalarına göre hayatımı sürdürdüm. Bu yaşıma kadar, bu yasaların koruması altında yaşadım. Şimdi bu yasalar benim hakkımda bir ceza verdiler. Bu cezaya karşı gelmek bizim savunduğumuz erdemli bir hayat mümkün müdür sorusuna ve tartışmasına aykırı bir durumdur. Yani biz mücerret anlamda yasaya itaati de bir erdem olarak görüyoruz. Dolayısıyla, yasaların doğru olup olmadığı ayrı şey, yasalara itaat ise ayrı bir konudurYasaya itaat bizim ahlaki ilkemizdir. Dolayısıyla erdemli olabilmemiz, erdemli bir hayat yaşayabilmemiz için bizim erdem olarak inandığımız itaat ilkesini her durumda uygulamamız gerekir. Ben burada kaçma planınızı reddederken aynı zamanda kendi ahlak anlayışıma, ahlak inancıma itaat etmiş oluyorum; riayet etmiş oluyorum ve dolayısıyla yasaya itaatsizlik erdemsizliğini burada uygulayamam.’’ der.

Bir insanın erdemli bir hayat yaşayabilmesi için iffet-itidal, sevgi ve adalet ilkesi erdemini esas alması gerekmektedir.

Sokrates’in bu ahlak düşüncesinden üç temel erdem alınır. Bir insanın erdemli bir hayat yaşayabilmesi için iffet-itidal, sevgi ve adalet ilkesi erdemini esas alması gerekiyor. Bu üç erdemi bir bakıma temellendiren, o olmadan bu üç erdemin veya erdemli bir hayatın mümkün olamayacağı en önemli erdem adalet erdemidir. Bunu Platon, Sokrates’in ahlak anlayışına, erdem anlayışına temel almıştır. Onu, felsefenin çeşitli alanlarına bilgi teorisi, metafizik dediğimiz ve ahlak alanlarını kuşatacak şekilde onları temellendirecek şekilde ahlakı merkeze alır. Bunun da merkezinde Sokrates’in ahlak anlayışı vardır ve dolayısıyla üç temel erdem ve onları bir bakıma destekleyen o olmadan üç erdemin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı dördüncü erdem olarak adaleti koyar. İdeal devlet ya da ideal toplum tasarımını böylece yapar.

Sokrates ve Platon niçin böyle hareket ediyorlar? Çünkü bir kişinin erdemli bir hayat yaşayabilmesi için toplumun, yani sitenin, polisin erdemli olması gerekir. Burada Yunan düşüncesinin bir özelliği polis veya politie kavramı hem toplum için hem de devleti ifade etmek üzere kullanılandır. Zaten Platon’un Türkçeye “Devlet” olarak çevrilen orijinal eseri “Politeia”dır. O aynı zamanda polis veya toplumu da ifade eder. İslam düşüncesinde ya da bizim kültürümüzde Peygamber Efendimizin Yesrib’ e hicretinden bir süre sonra Yesrib isminin yerine Medine kavramı adlandırması geçecektir. Bu sadece şehir adlandırması değil, tabii biliyoruz. Başka yönleri de var. Bir bakıma Yunan düşüncesindeki polis ile Peygamber Efendimizden sonraki Medine kavramının ortaya çıkması ile bir paralellik kurulabilir.

Medine’nin dayandığı inanç ilkesidir.

Tabii şuna da dikkat etmemiz gerekiyor: Her kültürün, uygarlığın dayandığı bir ilke vardır. Bu ilke tamamen düşünce, felsefi bir düşünce veya ahlaki bir ilke olabileceği gibi bir inanç ilkesi de olabilir. Medine’nin dayandığı inanç ilkesidir. Ama o inanç genel bir inanç değil, yani bütün insanlarda, insanın doğasında olan inancı olduğu gibi kabul eden bir inanç değil, kendisine göre bir tanım ortaya koyan bir inanç yani ‘’din’’dir. Onun için zaten bizim din anlayışımız, İslam’ın din anlayışı, Hz Âdem’ den başlayıp, Peygamber Efendimize kadar bildirilmiş olan esası da vahdaniyet diye ifade ettiğimiz kavramdır. Bu açıdan İslam’a göre  Hristiyanlık, Yahudilik ve Hinduizm gibi, Şintoizm gibi veya anemizm gibi inançlar birer külttür, inanıştır ancak din değildir. Yani İslam’ın kendisi din kavramına bir tanım getirmiştir. Zaten Allah indinde tek bir din vardır. Sadece Peygamber Efendimizle tamamlanıyor ve o zaman ismi adlandırılıyor. Yani, tanımı önceden yapılmamıştır, özü ortaya konulmuştur. O özün tanımlaması, isminin konulması, Peygamber Efendimiz yani son elçisi ile birlikte tamamlanmıştır:

‘’İslam’’… ‘’İnned dine İndaallhil İslam’’(Ali İmran/19).

İslam açısından üç semavi din yoktur.

Bazen, hem bilim hem de daha farklı konumda olanlar üç semavi din diye başlıyor. Bu, İslam açısından bence tartışılması gereken bir konudur. İslam açısından üç semavi din yoktur. İslam sadece bir dindir ve din olarak da kendi tanımına uygun kendisidir. Hristiyanlık ve Yahudilik birer külte dönüşmüştür. Tebliğcisi ve ilk tebliğ ediliş özü, İslam’ın içinde orda vardır. Öyle bakmak gerekir.

Bir toplumun, adil bir toplum, erdemli bir toplum olabilmesi için adaletin gerçekleşmesi gerekir.

Burada Platon, Sokrates’in o düşüncesini alır. İdeal devletin dayanmış olduğu temel, aslında adalettir. Niçin? Özellikle bir toplumun, adil bir toplum, erdemli bir toplum olabilmesi için adaletin gerçekleşmesi gerekir. Adalet bakımından o toplum onaylanıyorsa, adalet bakımından o topluma erdemli deniliyorsa o toplum erdemlidir. Bunu daha açık bir şekilde devlet başkanı yani o toplumun siyasi örgütlenmesinin karar merciinde bulunanın, belirgin vasfı, özelliği, adil olması, yani adalet erdemini bizzat kişiliğinde, şahsında, hayatında, davranışlarında gerçekleştirmiş olmasıdır. O olgunluğa o seviyeye ulaşmasıdır.

Platon’un devletinde, insan çok sıkı bir eğitimden geçer; hem bedenen hem ruhen sıkı bir eğitim uygulanır. Eğitim sistemi veya eğitim konusunda da ileri sürmüş olduğu görüşler özellikle yeniçağlarda yeniden ele alınacak ve Batı eğitiminin Orta Çağ’daki manastır eğitiminden farklılaşmasında Platon’un görüşleri bir bakıma somutlaştırılacaktır. İşte orada devlet başkanı olan kimsenin adil olması, bu adalet erdemine ulaşması ancak 55 yaşında gerçekleşir der. Daha önce kavrayıcı bu erdemi, kişiliğinde eritici duruma insan gelemez. İnsanın adil bir karar verebilmesi hakikati olduğu gibi yansıtıcı uygulayıcı bir karar verebilmesi ancak bu yaştan sonra, bir başka ifadeyle, adalet erdeminin onun kişiliğinde somutlaşmasıyla mümkündür.

Aristotales bunu farklı bir şekilde yönlendirerek felsefeyi ikiye ayırır: pratik ve teorik felsefe. İşte orda pratik felsefede ahlakı o da temel alır. Ahlaktan hareketle, hukuku, devleti yani siyaset felsefesini ahlak üzerine temellendirecektir. Yani Nikamakhos etik eseri politika eserinin kaynağı olacak. Burada sonraki dönemlere başlık olarak ele alırsak Aristotales adaleti kendi içinde ikiye ayırır. Birincisi, düzeltici adalet;  ikincisi de dağıtıcı adalet. Nikamakhos da bunların açıklayıcı bilgileri var.

Aristotales’in bu ayrımı sonraki dönemlerde de göz önüne alınacak, hatta yeni çağda ve günümüzde de bu ayrım hem felsefe bakımından hem ahlak bakımından hem hukuk alanında kabul edilegelmiştir.

Ancak dağıtıcı adalet konusunda, özellikle yeniçağda, Batı’da 17-18.yy’da birtakım farklı açıklamaların ortaya koyulmaya başlandığını görüyoruz. Yani adaletin gerçekleşmesi açısından, toplumsal bakımdan, devletin veya o toplumdaki karar verici konumda olan kimselerin iradelerinin, kararlarının belirleyici olup olmaması bir sorun oluşturacaktır. Aristoteles dağıtıcı adaleti, eşitlik esasına veya aritmetik adalet diye de adlandırır. Denkleştirici adaleti, hukuki açıdan incelersek bir kimse bir kimseye mal satmış ve bunun bedelini alacak ama bedelini alamıyorsa veya bir kimse bir başkasına zarar vermiş, onu yaralamış, iş kaybına neden olmuş dolayısıyla mağdur olan kimse fayda bakımından gadre uğramıştır. İşte bunun yerine getirilmesi gerekir, eski haline getirilmesi gerekir. Bunun için giderici adalet de deniyor buna. Burada pek fazla problem yok. Burada kişiler açısından bir de eşitlik söz konusu.

Dağıtıcı adalette ise toplumda eşitliğin uygulanması veya eşit her durum adalet anlamına gelmez. Adaletin eşitlikle ilişkisi vardır ama eşitliğin gerçekleştirildiği her durum adaletli olunduğu olarak görülemez. Burada geniş açıklamasıyla Aristotales diyor ki: “Toplumda birtakım insanların bazı meziyetleri söz konusu olabilir, bu meziyeti eğitim bakımından olabilir veya kamu hizmeti noktasında, biri hiç kamu hizmeti görmemiştir. Farz edelim ki devlet memuru olmamış veyahut bir tanesi eğitim öğretim görmüş, üniveriste bitirmiş, öğretmen olmuş; öbürü de insan diyerek, bu şekilde çaba gösteren emek veren kimseyle öbür insanları eşitleştirdiğimiz takdirde yani denkleştirici adalet ilkesini uyguladığımız takdirde burada bir haksız durumun ortaya çıktığı açıktır.

Öyleyse, adaletin farklı bir şekilde de tanımlanması anlaşılması gerekiyor. Dolayısıyla insanın sahip olduğu birtakım yeteneklerin, melekelerin, durumların, göz önüne alınarak değerlendirilmesi gerekir. İlk zamanlarda bu daha çok, malın, malların veya maddi birtakım değerlerin paylaşılmasında ölçü olarak düşünülmüştür. Bu ister istemez bizi mülkiyet kavramına götürüyor. Kısaca açıklarsak dağıtıcı adalette, bir bakıma ölçü olarak alınan meziyet, toplumda diğer meziyete sahip olan veya olmayanlara kıyasladığımızda ortaya farklı bir durum çıkıyor. Burada, ister istemez ‘’mülkiyet’’ olarak nitelendirdiğimiz bir olgu ile karşılaşıyoruz. Bu noktada sonraki dönemdeki tartışmalar, Aristotales’in bu ayrımını esas alan birtakım düşünürler, mesela Hristiyan düşüncesinde, çünkü toplumda birtakım değerler maddi veya manevi birtakım değerlerin toplumun diğer üyelerine dağıtılması gerekiyor.

  Örnek verelim: Kıtlık zamanında toplumda insanların, yeme, içme ihtiyacı önemli sorun olarak ortaya çıkmakta veya savaş durumlarında. Peki; bu durumda adaleti, adalet ilkesini göz önüne aldığımızda, bunu dağıtıcı olarak tanımladığımızda toplumda birtakım kimselerin meziyet ve imkân itibariyle diğer insanlardan farklı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla bu imkânların diğerlerine de dağıtılması adaletin bir gereği değil midir? Orta Çağ veya Avrupa’nın belli dönemlerinde, toplumlar bazı durumlarda yani iyiye doğru gidişte bile toplumsal sorunlarla karşılaşır. Karşılaşmak kaçınılmaz. Mesela, bir eski durumdan yeni duruma geçiş söz konusu olduğunda, önceki duruma uyabilmek için, belli bir sürenin geçmesi gerekir. Toplumun, insanların alışkanlıklarının yeni duruma uyar hale gelmesi gerekir. İşte bu geçiş durumlarında, adaleti ilgilendiren toplumda temel birtakım sorunlar ortaya çıkabilir. Batı’da, Orta Çağ’da, Yeni Çağ’da, özellikle Sanayi Devrimi sırasında 18.yy’da başlayıp 19.yy’da da devam eden dönemde, başta İngiltere olmak üzere, toplumun çok büyük bir kesiminde, yoksulluk ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmıştır.

Bu sorun, toplumda güvensizliği beraberinde getirmiştir. Suç işleme, hırsızlık gibi belirli suçların yoğun bir şekilde ortaya çıktığı görülüyor.

İşte bu durumda, toplumdaki ihtiyaçların meziyetlere göre, yeteneklere göre dağıtımı nasıl olacaktır? Böyle bir dağıtıma başvurulduğunda, ister istemez, diğer kimselerin meziyetleri veya imkânı olan şeylerin toplumun diğer kimselerine dağıtılması söz konusu. Yani mülkiyetin paylaşılması söz konusu olmaktadır. Peki, mülkiyetin dağıtılmasını nasıl sağlayacağız? Mülkiyet ile kişilik arasında, insan kişiliği arasında, insan doğası arasında nasıl bir ilişki vardır? Yani mülkiyeti, sadece, bir anlık bir eşyaya, bir nesneye sahip olduğu gibi gördüğümüzde bu yanıltıcı olur.

İnsanın, bizzat bedeni de onun mülkiyeti kapsamındadır. Duygu ve düşüncesi veyahut yetenekleri de onun bir ölçüde mülkiyetidir. Ses sanatçısının sesi onun mülkiyetidir; dolayısıyla bunun, hukuk tarafından dikkate alınması gerekmektedir.

İnsanın, bizzat bedeni de onun mülkiyeti kapsamındadır. Duygu ve düşüncesi veyahut yetenekleri de onun bir ölçüde mülkiyetidir. Ses sanatçısının sesi onun mülkiyetidir; dolayısıyla bunun, hukuk tarafından dikkate alınması gerekmektedir. Mülkiyeti sadece gayrimenkul, arsa, tarla, bina şeklinde görür isek bu bize mülkiyetin bir yönünü gösterir. Kişilik ve kişilik üzerindeki hak diye nitelendirdiklerimiz de mülkiyetin kapsamındadır. Fikir adamının yazmış olduğu eserler, şairin yazmış olduğu eserler, onların mülkiyetidir, kişiliğidir. Peki, bunu nasıl değerlendireceğiz? Burada özellikle 15-16-17. yy’larda Avrupa’da ve aynı zamanda Orta Çağ Avrupa’sında, mesela bilim anlayışı farklı olduğu için, Hristiyanlığın yorumlanması ve oradan çıkartılan ahlak farklı bir ahlak olduğundan dolayı, söz gelimi, insanların üretim ve tüketim kriterleri, ahlak anlayışının bir sonucu olarak, ahlaki gerekçelerle sınırlandırılmıştır. Yani, dünya malına heves etmek, ahlaki bakımdan çok hoş görülmemiştir.

Avrupa’da o dönemde tıp anlayışı da buna benzer bir seyir izlediğinden dolayı, her 10 yılda bir kara veba denilen bir hastalıkla karşı karşıya kalınmış ve Avrupa nüfusu her 10 yılda bir azalmıştır. Nüfusun azalması, iktisadi bakımdan üretim yetersizliğidir ki tarıma bağlı o zaman Avrupa… Topraktan elde edilecek ürünün azalması demek, nüfusun azalması, hastalıkların artması demektir. İşte bu durumda toplumda birtakım meziyetlere sahip, yani zenginliği olan kimselerin, ihtiyacı olan kişilere yardımda bulunması, merhamet etmesi acaba ahlaki bir erdem mi veya merhamet, herhangi bir zorunluluğu, yükümlülüğü beraberinde getiren veya getirmeyen bir erdem olarak mı ele alınması gerekir?

Kısacası, burada mülkiyetin dağıtımı ile adaletin uygulanması arasında bir tartışma ortaya çıkacaktır. Eğer adaleti, toplumda imkânı olan kimselerin, imkânı olmayan kimselere yardımda bulunmasına, adaletin bir gereği, zorunlu bir gereği olarak görürsek, söz gelimi sadaka vermek veya bağışta bulunmak, bir zorunluluktur. Oysaki bu zorunluluğun uygulanması durumunda, ihtiyacı olanların, diğerlerinden daha farklı bir durumla karşılaşması kaçınılmazdır. Yani dağıtıcı adalet ilkesinin bu şekilde uygulanması sonucu toplumun bir kesiminin üretmiş olduğu değerleri çalışmadan, emek vermeden,  elde eden bir zümre ortaya çıkar.

Merhamet veya hayırseverlik duygusuyla yapılan bir davranış veya ibadet, adalet bakımından tasvip edilir mi edilemez mi?

Merhamet veya hayırseverlik duygusuyla yapılan bir davranış veya ibadet, adalet bakımından tasvip edilir mi edilemez mi? Eğer, dağıtıcı adaleti böyle zorunlu hale getirdiğimizde, ister istemez ekonomik bakımdan o toplumun dengesi bozulur. Nitekim bu anlayışa bağlı olarak 16-17.yy’larda özellikle İngiltere’de birkaç tane yoksul yasaları çıkartılmış ve bunlar tartışılmıştır. Yine Orta Çağ’da, manastırlar veya kiliseler büyük ölçüde yoksulluk uğrunda çalışmak, hastalara, fakirlere, cüzzamlı hastalara yardımda bulunmak, onların hizmetinde olmak Hristiyanlığın bir emri gibi telakki edilmiştir. Nitekim yoksul tarikatlar diye adlandırılan birtakım tarikatlar ortaya çıkmıştır. Bunların en ünlüsü, 1200’lü İtalya’nın Assisi kentinde daha sonra aziz ilan edilecek bir Francisco adında bir rahip tarafından çıkarılan bir tarikattır. Şimdi ki Papa da aynı anlayıştadır. Zaten, Assisili Françesco’ ya hürmeten onun ünvanını almış. Bu tarz bir davranış, ahlak bakımdan bir insana yardım etmek, erdemdir. Bu erdemi, hukuki bakımdan, adalet olarak, adaletin bir gereği olarak tanımladığımızda bunun bir hukuk kararı haline zorlayıcı bir niteliğe kavuşturmamız gerekir. Bu şekilde düzenlediğimizde, bu erdem, amacı dışında bir sonuca yönelmiş olmaktadır. Öyleyse, adalet ile merhamet ve hayırseverliğin sınırı nasıl olmalıdır? Yeni çağlarda da, Batı’da da bunun tartışıldığını görüyoruz. Hatta yoksullara yardımın, aslında adaletin ihlali olduğu yönünde de ciddi düşünceler, görüşler ileri sürüldüğünü görüyoruz. İktisadi bakımdan, mesela Adam Smith…

Adam Smith, Glaskow Üniversitesi’nde de ahlak felsefesi dersleri okutmuştur. Dersleri okutma esnasında, iktisat biliminin de temellerini oluşturmuş ve iktisadın ayrı bir disiplin olarak ele alınması gerektiğini savunarak daha sonra da ‘’Milletlerin Zenginliği’’ eserini yazmıştır. Bu eser de, klasik iktisadın bir bakıma temel kitabı olacaktır. İşte bu anlayışta olanlar, dağıtıcı adaletin özellikle böyle anlaşılması halinde, birtakım insanların miskinliğe, emek vermeden diğer insanların ortaya koymuş olduğu emeği istismar eden varlıklara dönüştüğünü ileri sürer. Bu, merhamet olarak adlandırılamaz ve hayırseverliği de bu şekilde tanımlanamaz. Aksine, devlet bununla mücadele etmelidir. Yani devlet dilencilere; kendisini yoksul gösteren, insanın merhametini çeşitli yollardan istismar eden kişilere karşı tedbir almalı ve bir şeyler yapmalıdır, adaletin gereği budur diyeceklerdir. Dolayısıyla, burada adalet ile merhametin, hayırseverliğin ya da nesafetin dengesi ve sınırı da göz önüne alınması gerekir. Nitekim ilk olarak Aristoteles, adaletin yanında nesafet kavramına da dikkat çekmiştir.

Kur-an’ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde; gerçekten adaletin çok ön planda ele alındığına hem insanın kişiliği, doğası, tabiatı bakımından hem toplum hem de toplumdaki ilişkiler ve bunlarla bağlantılı olarak insanın yeryüzündeki hayatının akışında adaletin temel bir ilke olarak ele alındığını, ortaya koyulduğunu açık bir şekilde görüyoruz.

Peki, İslam açısından nasıl? Çok genel hatlarıyla baktığımızda; Kur-an’ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde gerçekten adaletin çok ön planda ele alındığına hem insanın kişiliği, doğası, tabiatı bakımından hem toplum hem de toplumdaki ilişkiler ve bunlarla bağlantılı olarak insanın yeryüzündeki hayatının akışında adaletin temel bir ilke olarak ele alındığını, ortaya koyulduğunu açık bir şekilde görüyoruz. Adaletin, ‘’Adl’’ kelimesinin yanında ‘’kıst’’ kelimesinin, kavramının da kullanıldığını görüyoruz.

Adaletin uygulanmasında sadece adalet ilkesinin tanımlanması, vurgulanması yetmemekte; o adaleti uygulayacak kişilerin de adalet ilkesini özümlemiş olması gerekmektedir.

İslam âleminde adalet, bizzat kişinin doğasına ait bir özellik olarak vurgulanıyor. Yani adaletin uygulanmasında, sadece adalet ilkesinin tanımlanması, vurgulanması yetmemekte; o adaleti uygulayacak kişilerin de adalet ilkesini özümlemiş olması gerekmektedir. Yani İslam’da erdemli kişiliğin ortaya çıkması; insan-ı kâmil olmaya, o kimsenin adalet erdemini gerçekleştirmiş olmasına, onu tezahür etmiş olmasına bağlıdır. Örnek vermek gerekirse: Adaleti bir terazi olarak görürsek terazi her şeyi tartabilir. Altın da tartar başka şeyler de. O nihayet bir formdur öyle düşünelim… Ama o teraziyi bir de tartan vardır, yani teraziyi tutup oradaki iki kefenin birbirine denk olup olmadığını belirleyenin olması gerekir. İşte burada, teraziyi tutan kimsenin de adaleti kişiliğinde, şahsında, davranışlarında gerçekleştirmesi aranır. Adil değilse bulunduğu makam, mevki, yetki ne kadar yüce olursa olsun, o kişinin ölçüsü şu veya bu şekilde birinde doğru olabilir ama üçünde yanılabilir,

Bunu özellikle İslam filozoflarının düşüncelerine baktığımızda, Farabi’nin hemen ‘’El-Medinet-ül Fazıla’’ adlı eserini anmamız gerekiyor.

Yine İslam filozofları tarafından da ahlaki bakımdan adalet erdeminin, faziletinin sıklıkla vurgulandığını dile getirmeliyiz.

İnancın ifade edildiği kaynak olan Kur-an’ı Kerim’de ve hadislerde, nasıl özenle ortaya koyulmuş ise düşünce bakımından da adaletin, erdemin İslam düşüncesinde de ortaya koyulduğunu, koyulmaya çalışıldığını söyleyebiliriz.